Muhabbetin Kadar Değerlisin

Muhabbetin Kadar Değerlisin

Muhabbetin-Kadar-Değerlisin

Halîfe Hârun Reşid, köle ve hizmetçilerini her yıl farklı hediyeler vermek sûretiyle sevindirirdi. Onların gönüllerini hoş etmek, kendisi için târifsiz bir lezzetti. Yine bir sene, hepsini bir araya topladı. Önlerine türlü türlü giyecekler, latîf kumaşlar, altınlar, gümüşler getirdi ve nezâket dolu bir üslûb ile:

“–İsteyen dilediğine elini değdirsin veya işaret etmek sûretiyle «Benim buna ihtiyacım var!» desin. Aslâ sevdiğini göstermemezlik yapmasın.” dedi.

Halîfenin bu sözleri üzerine, o meydandaki herkes, büyük bir sevinçle sevdiği eşyayı işaret etti. Kimi birkaç parça altın ve gümüş parayı, kimi nârin bir elbiseyi, kimi de bir top kumaş parçasını gösteriyordu. Lâkin hizmetkârlardan biri, yüzünde mahcûbiyet ifâdesi olduğu hâlde, Halîfe Hârun Reşid’i işaret etmekteydi. Hârun Reşid onun bu hâlini görünce hayretle:

“–Ne yapıyorsun? Sen niçin beni işaret ediyorsun?” diye sordu.

Hizmetkâr, bu soru üzerine gönlündeki hissiyâtı sergileyen şu cevabı verdi:

“«–Efendim! Siz, neyi severseniz ona işaret ediniz.» buyurdunuz. «Ben de sizi işaret ediyorum. Zira sizi çok seviyorum.»”

Hârun Reşid, her kelimesi derin bir muhabbet yüklü olan bu sözlerinden dolayı o hizmetkâra hitâben:

“–Mâdem ki sen bana muhabbet duydun, ben de malım da seninim.” dedi ve o hizmetkârı âzâd etti. Bununla da iktifâ etmeyip diğer hizmetçilere de, ona hizmet etmelerini emretti.

Basîret ehli için üzerinde yaşadığımız şu dünya, aynen yukarıdaki kıssada olduğu gibi, sahibi tarafından kullarının önüne serilmiş fânî bir nîmet pazarıdır. Oradaki her dekor, var edilen her nebat, yaratılan her canlı, insan için halk edilmiş ve ona âmâde kılınmıştır.

Cenâb-ı Hakk’ın kullarından arzu ettiği ise, geçici dünya lezzetlerine aldanmayıp, dâimâ kendisine yönelerek rızâsını talep etmeleri ve şükran duyguları içinde gayret göstermeleridir.

Yani fânî nîmetlerin hiçbiri, kula perde olmamalı, Cenâb-ı Hakk’ı unutturmamalıdır. Aksine kul, kokladığı her çiçek, gördüğü her akarsu ve seyrettiği her manzara vesîlesiyle, onların Hâlık’ını hatırlatan bir tefekkür içerisinde bulunmalıdır. Kısacası insan;

Aslâ rızka takılıp Rezzâk’ı, dünyaya takılıp ukbâyı, Leylâ’ya takılıp Mevlâ’yı unutmamalıdır. Fânî ve gelgeç lezzetlere takılıp kalmak yerine, onları bâkî lezzete, yani Cenâb-ı Hakk’a vuslata basamak yapabilmeye gayret etmelidir.

Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun âhirette bir nasibi olmaz.” (eş-Şûrâ, 20)

Hadîs-i şerîfte de, insanın muhabbetini yönelttiği mecrâya göre, farklı tecellîlere muhâtap olacağı şöyle nakledilmiştir:

“Kim âhiret(e muhabbet duyarak onu) elde etmeye niyet ederse, Allah ona gönül zenginliği verir. İki yakasını bir araya getirir. Dünya, onun ayaklarının altına serilir. Kim de dünya(ya muhabbet besleyerek onu) elde etmeye niyet ederse, Allah onu açgözlü yapar, iki yakasını bir araya getirmez. Dünyalık olarak da sadece kısmetinde ne varsa, ona ulaşır.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 34; Tirmizî, Kıyâmet, 30)

Câfer-i Sâdık Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

“(Cenâb-ı Hak, dünyaya hitâben şöyle buyurdu:) Ey dünya! Bana hizmet edene, sen de hizmet et! Sana hizmet edeni (yani nefsanî arzularının esiri olanları ise) dünya işlerinde çalıştırıp onları yor ve yıprat!”

Bu sebeple kul, muhabbet sermâyesini lâyıkıyla kullanmayı bilmelidir. Zira dünyaya muhabbet, insanı âhiret fukarâsından yapar.

Peygamberlere, Hak dostlarına ve sâlihlere muhabbet beslemenin bereketini ise Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

Bedevînin biri Rasûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi vesellem- Efendimiz’e gelerek:

“–Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sormuştu. Fahr-i Cihân Efendimiz de ona:

“–Kıyâmet için ne hazırladın?” diye suâl edince, bedevî:

“–Âhiret için öyle çok (fazla) oruç, (çokça nafile) namaz ve (bol bol) sadaka hazırlayabilmiş değilim. Ancak (kendi gücüm nisbetinde yapabildim. Lâkin) ben Allâh’ı ve Peygamber’ini seviyorum!” cevâbını verdi. O zaman Rasûlullah -sallallâhu aleyhi vesellem-  Efendimiz:

“–O hâlde sen, sevdiğinle berabersin!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 96)

Bu hadîs-i şerîfi duydukları zaman ashâb-ı kirâm çok sevinmişlerdi. Hattâ Enes -radıyallâhu anh-’ın söylediğine göre, İslâmiyet’le şereflendikten sonra hiçbir şeye böylesine sevinmemişlerdi. Kendisi de sevincini şöyle dile getirmişti:

“Ben Allâh’ı, Rasûl’ünü, Ebû Bekir’i ve Ömer’i seviyorum. Onların yaptığı ibadetleri ve güzel hareketleri yapamasam bile onlarla beraber olmayı umuyorum.”

Yani muhabbet, hasta gönülleri diriltecek, ulaşılması zor hedeflere insanı emniyetle iletecek yüksek bir güce sahiptir. Bu sebeple de, Rabbimiz’in kullarına bahşettiği en büyük nîmetlerden olan muhabbet istîdâdının, boş ve gereksiz yerlerde, -tabiri câizse- çıkmaz sokaklarda ziyân edilmesi, büyük bir gaflettir. Kula yakışan, muhabbeti Allah Teâlâ’ya tevcih edebilmesidir. Ancak muhabbetullâha eren bir mü’min, nefsinin şerrinden ve şeytanın desîselerinden uzaklaşır ve yalnız Hakk’ın rızâsını talep ederek yaşar.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“Bir grup insan, (karşılığında) bir şeyler umarak (Cenâb-ı Hakk’a) kulluk yapar ki; bu tüccar kulluğudur.

Bir grup insan da korkudan dolayı kulluk yapar; bu da köle kulluğudur.

Bir grup insan da vardır ki, şükür olsun diye kulluk yapar; işte bu, bütün duygulardan yakasını kurtarmış seçkin kimselerin kulluğudur.”

Yûnus Emre Hazretleri, şu mısrâlarla nefsânî ve dünyevî temâyülleri aşarak Hak’ta fânî olan bu seçkin zümrenin gönül dünyasını ne güzel aksettirmektedir:

Sûfîlere sohbet gerek,

Ahîlere ahret gerek,

Mecnûnlara Leylâ gerek,

Bana Seni gerek Seni!..

Hüdâyî Hazretleri de Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyâz eder:

Ehl-i dünyâ dünyâda,

Ehl-i ukbâ ukbâda,

Her biri bir sevdâda

Bana Allâh’ım gerek!..

Velhâsıl, ilâhî rahmet deryasına dalmak isteyen bir kul, derin bir muhabbet ve sadâkatle, Hak kapısından bir nefes bile ayrılmamalıdır. Zira insan, huzûr-i ilâhîde, Allâh’a olan muhabbeti ölçüsünde değerlidir. Bu sebeple dâimâ Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmeli ve O’ndan muhabbetinin ziyâdeleşmesini niyâz etmelidir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:

“Dâvûd Peygamber şöyle duâ ederdi:

«Allâh’ım, Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıran ameli isterim.

Allâh’ım, Sen’in sevgini bana kendimden, âilemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle.” (Tirmizî, Deavât, 72)

Cenâb-ı Hak, cümlemize, sevdiklerini sevebilmeyi ve rızâsına nâil edecek amel-i sâlihleri lûtfeylesin. Râzı ve hoşnud olacağı bir gönül kıvâmı ile huzûruna kabul buyursun…

Âmîn!..

Yazı: Osman Nuri Topbaş
Kaynak: Şebnem Dergisi

Yorumlar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir