Mahremiyetin Kapısı Harem…

Mahremiyetin Kapısı Harem…

Ayşegül-Aldemir-Yazıları

Akkadça dilinden Arapça’ya geçmiş bir kelime olan “harem“, “korunan mukaddes şey ve yer” anlamına gelmektedir. İnsanların yaşadıkları evlerde, erkeklerle kadınların birbirleriyle karşılaşmadan günlük hayatlarını devam ettirdikleri bölüme harem adı verilmektedir .

Osmanlı teşkilatlanmasında harem kurumuna dair ilk bilgilere Orhan Gazi döneminde ve dönemin başkenti Bursa’da rastlamaktayız . Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun en fazla büyüdüğü ve kurumsallaştığı dönem olan Fatih Sultan Mehmed döneminde , saray teşkilatlanmasının gelişmesine paralel bir seyirde, Harem-i Hümayun olarak haremin de kurumsallaştığını söyleyebiliriz. III.Murad ile birlikte ise harem teşkilatı oldukça genişlemiş ve kurumsal olarak da son halini almıştır.

Osmanlı teşkilatlanması içinde bulunan Birun , Enderun ve Harem sarayın temel yapı taşlarını oluşturmaktadır. Harem denildiğinde insanların aklına ilk gelen çağrışımlar biraz çarpık ve kusurlu. Çünkü tüm tarihçilerin de yadırgayamayacağı bir şekilde Harem-i Hümayun’un aslında padişahın evi ve bir eğitim kurumu olduğunu hatırlamamız gerekiyor. O dönemlerde, Enderun daha ziyade erkeklere eğitim vermekle sorumlu iken; Harem, kız çocukların eğitiminden sorumlu bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Harem-i Hümayun’a cariye olarak girmek demek, en üst mertebesiyle Hanım Sultan, Valide Sultan veya sadrazam eşi olmak anlamına gelmektedir. Harem’e alınan cariyelerin isimleri değiştirilmekte ve eğitimciler önderliğinde Türk ve İslam kültürü çerçevesinde bir terbiyeye tabi tutulmaktaydılar. Saray Türkçesi cariyelere öğretilmekte ve adab-ı muaşeret konusunda hassas bir eğitimden de geçmekteydiler. Saray haremine alınan acemi kızlar, donanımlı bir eğitim ile cariyeliğe yükselebilirlerdi. Eski Saray’da eğitim alan cariyeler, padişahın yönlendirmesine göre Topkapı Sarayı’na alınırdı. Padişahın çocuğunu taşıyan cariyenin haremdeki konumu da değişmeye başlardı. Özellikle de erkek çocuk doğuran bir cariye, artık Valide Sultanlığa kadar yükselebilirdi. Harem’in yöneticisi de elbette ki Valide Sultan idi!

Ayşegül Aldemir Yazıları

Harem’in yüksek duvarları ardında yaşayanlar için danslar, saz eşliğinde söylenen şarkılar en gözde eğlenceler anlamına geliyordu. Harem halkının, duvarların ardına çıktığı eğlenceler de bulunmaktaydı. Bunlardan en çok tercih edileni ise beylik gezileri olarak bilinen Sa’dabad seyahatlari idi. Bunun beraberinde Has Bahçe’de yapılan şenlikler de görülmeye değerdi.

Osmanlı sarayında kadınların, padişahın otoritesini paylaşması, neredeyse 16.yüzyıla kadar görülmemiş bir durumdur. Sarayda öne çıkan ilk kadınlar Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan ile kızı Mihrimah Sultan’dır . Daha sonraları ise , yönetimde hissedar olan ve iktidarda söz sahibi durumunda bulunanlar arasında, “Valide-i Maktule” yani öldürülen valide olarak tarihe geçen Kösem Sultan, Nurbanu Sultan, Hatice Turhan Sultan ve Safiye Sultan sayılabilir.

Özellikle 17.yüzyılda, padişahların çocuk yaşta tahta çıkmaları, imparatorluk hakimiyetinde Valide Sultan’ların hakimiyet savaşının artmasına da zemin hazırlamıştır. Avrupa kraliyet sistemlerinde bulunan “Kraliçe İdaresi” geleneği Osmanlı’da hiçbir zaman olmamıştır ve bu ilerleyen süreçte kadınların padişah annesi olarak varlıklarını sürdürme istekleri ve devletin bakiliği bir hükümranlık ve imparatorluk sorunu haline gelmiştir.

Harem içinde padişahın gözüne girmek isteyen cariyeler arasında amansız savaşların ve ölümle sonuçlanan trajedilerin de gerçekleştiğini görmek mümkündür. Bu konudaki en trajik hikayenin sahibi de haşmetli sultan Kanuni’dir… Kanuni, Hürrem Sultan’ın ölümünden sonra Gülfem Hatun ile yakınlaşır. Kanuni’nin gözdesi Gülfem, Üsküdar’da yaptırdığı bir camiyi parası yetişmediği için bitiremez. Bu duruma çok üzülür. Gülfem’i çekemeyen bir haseki bu durumdan yararlanır ve Gülfem Hatun’a padişah ile halvet sırası geldiğinde, kendi sırasını ona vermesini ve ancak bu takdirde gereken parayı kendisine vereceğini söyler. Camiyi bir an önce tamamlatmak ve sultanına bir armağan sunmak isteyen Gülfem Hatun bu teklifi kabul eder ve fedakarlıkta bulunur. Gece, karşısında Gülfem yerine bir başka cariyeyi gören Kanuni öfkelenir ve “Benim yatağımı satıp, sırasını başkasına verenden hayır gelmez. Kellesini uçurun!” diyerek emir verir. Ancak kısa bir zaman sonra gerçeği öğrenir ve çok üzülür, ancak iş işten geçmiştir. Bunun üzerine Mimar Sinan’ı çağırtır ve Gülfem Hatun adına Üsküdar’daki camiyi tamamlamasını ister…

Harem, kadınların kıskançlıklarını hem kontrol ettikleri hem de öfkelerine yenik düştükleri hikayeleri de barındırır biraz olsun… IV.Mehmed’in cariyelerinden Gülnuş Sultan’ın, padişahla yakınlaşan Gülbeyaz isimli bir cariyeyi Kandilli Sarayı’nda, kayalıkların üzerinde denizi seyrederken kayalıklardan aşağıya atması gibi… Aslında her şeyin sebebi bir iktidar mücadelesiydi! Harem’deki kadınların kaderi oğullarının ellerindeydi… Ya oğul padişah olacak ve valideliğin saltanatı devam edecekti ya da… Diğer ihtimali kimse düşünmek istemedi…

Ayşegül Aldemir Yazıları

Bugüne değin, özellikle Avrupa fantezisinde genel kullanımı dışında anlamlar yüklenen, sadece kadınların obje olduğu bir yermiş gibi gösterilen harem, esasında padişahın evi ve aynı zamanda bir devlet teşkilatlanmasıydı! Ki harem kurumu sadece Osmanlı’ya özgü de değildi. Bizans ve Mezopotomya ülkelerinde de harem kurumuna rastlamak mümkündür. Osmanlı İmparatorluğunda ise harem “Padişahın evi”dir. Üst düzey bir eğitim, üstün bir kaligrafi, zevkli bir sanat, iyi bir Saray Türkçesi ve ötesi hepsi Harem’in temel dokularıydı.

Harem’de disiplin de üst bir noktadaydı. Harem’e girmeye kalkan bir erkek, en yüksek cezaya tabi tutulurdu. Harem’i gözetlemenin bile bedeli oldukça büyüktü. İşte tam da bu noktada, Harem’in içini hiçbir zaman göremeyen Avrupa’nın, Harem ile ilgili fantezilerinin ne kadar asılsız olduğunu belgelerle de desteklemek mümkündür. Harem’i bir Altın Kafes olarak tanımlamak ve Harem’i sadece entrikalar, dedikodu ve de eğlenceden ibaret saymak Harem kurumunu yanlış anlamaktan öte bir çaba değildir.

Padişahın evi olarak kabul edilen bir yerin mahremiyetinin de yüksek olması oldukça anlaşılır olsa gerek. Aslında her birimizin evi mahrem, her birimizin hayatı da mahremiyetin kapısı değil mi? Hepimizin en çok ihtiyaç duyduğu şey mahremiyet! Sınırlarımızı korumak, helal ile haramı birbirine karıştırmamak, değer verdiklerimizi kanatlarımızın altına aldığımız, tam anlamıyla kendimiz olduğumuz yer, harem… Kıymetli olan her şeyi kalbimizin en kuytu yerlerinde saklamamız gibi, kalplerimiz de aslında bir mahrem yeri… Hepimizin haremi önce ruhlarımızda, sonra yaşamımızda… Bizler, mukaddes olan tüm emanetleri korumakla mükellefiz! Mahremiyetle ördüğümüz hayatlarımızın içinde masumiyetin en yalın hallerini taşıyoruz. Bugün artık harem diye bir kurum olmasa da hatta farz edelim ki böyle bir kurum tarihin hiçbir döneminde var olmamış dahi olsa biz yine de yaşamımızı ve değer verdiklerimizi korumak adına bir örtü eylerdik Harem’i, öyle bilirdik ismini…

Topkapı Sarayı’nın Harem-i Hümayun kısmını muhakkak ziyaret ediniz. Şimdi sessizliğin uğultusunda, orada bir imparatorluğun ihtişamını, yükselişini ve duraklayışını, ud çalan cariyeleri, Valide Sultanların öfkesini, Hürrem’in saray duvarlarına kazıdığı ismini, hamamdan gelen sıcak buharı, şehzadelerin hayallerini, sadrazamların korkusunu ve sultanların aşkını göreceksiniz…

Selam ve dua ile

Yorumlar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir