Ertuğrul Gazi’den Kanuni’ye Osmanlı

Ertuğrul Gazi’den Kanuni’ye Osmanlı

Ertuğrul Gazi’den Kanuni’ye Osmanlı

Bizden önceki yüzyıllar ve bizden sonraki yüzyıllar, her daim insanoğlunun değişmez meraklarından biri olarak kalacak. Tarih de bu merak alanlarımızın en başında geliyor ve tarihin derin dehlizlerinde yürümek bizi her çağda heyecanlandıracak gibi görünüyor. Tarihin şimdiki zamanında yaşayan bizler, bugün geçmişe doğru bir yolculuğa çıkacağız ve bu yolculukta bize Sakarya Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Serkan Yazıcı eşlik edecek. ( twitter / instagram @srknyzc )

Kolektif bir tarih bilincimiz var mı? Dizilerde izlediğimiz tarih ile okuduğumuz tarih örtüşüyor mu? Harem aslında nasıl bir yerdi? Osmanlı döneminde saraylı kadınlar ve halk nasıl bir giyim tercih ediyordu? Kanuni, oğlu Mustafa’yı neden öldürttü? Osmanlı sultanları neden köleleştirilmiş cariyeler ile evlendiler? Tüm bu soruların cevabı, Doç. Dr. Serkan Yazıcı ile yaptığımız keyifli söyleşimizde.

Ayşegül Aldemir: Köklü bir tarihimiz var, peki bunun farkında mıyız? Anadolu halklarında bir tarih bilinci olduğunu düşünüyor musunuz?

Serkan Yazıcı: Bilgi anlamında bunun ne kadar farkında oldukları açısından düşünecek olursak, çok yüksek bir bilinç düzeyi olduğunu söyleyemeyiz. İlginç bir şekilde kimisi çok derin bir tarihe sahip olduğumuzu düşünüyor kimisi Türk tarihi ile İslam tarihini birbirine karıştırıyor kimisine de aslında yazılı ve kayıtlı Türk tarihinin ne kadar az derinliği olduğundan bahsettiğimiz zaman bazen hayal kırıklığına uğrayanlar oluyor. Ama genel hatlarıyla tabi böyle bir ulusun oluşum sürecinin yaklaşık on bin yıllık bir proseste gerçekleştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama tabi yazılı kaynaklar açısından baktığımızda, Türk tarihini birkaç bin yıl geriye götürebilirsiniz. Göktürk Yazıtları ile Türk adının başladığını ancak söyleyebiliriz. O da işte sekizinci yüzyıla denk geliyor. Dolayısıyla bu tarihi ne kadar biliyoruz ya da bu derinlik bizi ne kadar tatmin ediyor bilmiyorum ama bir ulus bilinci var elbette. Bu ulus bilinci günümüzde de çoğunlukla su yüzüne çıkıyor. Ama geride bıraktığımız 200 yıllık süreç bu ulus kavramını biraz daha kristalleştiren bir süreç oldu. Aslında benzer köklerden gelen insanlar çok doğal bir şekilde, coğrafi nedenlerle birbirinden ayrılmış toplumlar aynı kökten gelseler de artık kendilerini başka türlü tanımlar oldular. Bu da tabi biraz daha etnik manada da ulus bilincinin de parçalandığı, bölündüğü, ufaldığı bir hal aldı. Bunun dışında yaşadığımız dönemde politik olarak kimi zaman bu ulus-devlet kavramıyla çatışan politik akımlar ortaya çıkartıyor. Bu politik akımlar da ulus bilincini zedeleyebiliyor. Yaşadığım yüzyılın en büyük problemi de budur diyebiliriz. Çünkü insanlar kendilerini artık farklı şekillerde tanımlama eğilimindeler. Kimisi dini bir perspektiften kendisini tanımlıyor, kimisi etnik perspektiften, kimisi tüm bu tanımlamaların dışına çıkmak istiyor. Dolayısıyla daha çok bu konuda bir karmaşa yaşıyoruz. Ama avantaj şu ki, toplumlar artık medya araçları ile daha rahat mobilize edilebiliyor. 10 yıl önce kafasında Türklük konusunda tereddütleri olan insanlar, bakıyorsunuz ki 10 yıl sonra o bilinç etrafında buluşmuşlar ve birbirlerine sıkı sıkıya sarılmışlar. Bu kimlik, maalesef veya ne mutlu ki diyebiliriz, politikayla da doğrudan ilgili bir mesele haline geliyor.

Ertuğrul Gazi’den Kanuni’ye Osmanlı

Ayşegül Aldemir: Muhteşem Yüzyıl ile başlayan bir “tarihi dizi” furyasından bahsetmek mümkün. Siz bir tarih akademisyeni olarak tarihi dizileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu diziler, tarihi ne ölçüde doğru yansıtıyor?

Serkan Yazıcı: Tabi şimdi burada bu kurguyla gerçeklik arasında yani bu fiction ile gerçeklik arasında ne kadar ilişki kurmak zorundadır bu işleri yapan insanlar, bu derin bir tartışma konusu haline geldi günümüzde. Birincisi şunu söyleyeyim. Batı dünyasında sinema ve televizyon muazzam bir endüstriye sahip. Bu sektör, sahip olduğu tarih mirasını çoğunlukla avantaja dönüştürüyor ve bu avantajı da hem paraya dönüştürüyor, hem de ülkedeki tarih bilinci, sevgisi, ilgisini de aktif hale getiriyor. Diyebilirim ki biz, çok uzun bir zaman boyunca, sahip olduğumuz tarih hazinesini doğru kullanmadık ve doğru yararlanmadık. Bu belki sinema teknolojimizin, televizyon teknolojimizin de bir uzantısı belki ama bir yönüyle de bundan hep korktuk ve kaçındık. Çünkü bunların hep, mukaddes şeylere dokunacağına dair endişelerimiz oldu. Bu nedenle eline kalem alan insanlar, bu hikayeleri yazarken çok diken üstünde oldular. Ya yazamadılar ya da yazarlarsa da suya, sabuna dokunmamaya çalıştılar. Oysa bunun içerisinde tarih dediğiniz şey hayatın bir kesiti ve bilebildiğiniz, kayıt altına alabildiğiniz kısmı. Bu kayıtlar içerisinde aslında bugün çok magazinel bulacağınız birçok mesele de var, politik birçok mesele de var, dini birçok mesele de var. Dolayısıyla bu kurguyu yapan kişi, bu meseleyi bir yerinden tutabilir, bunun tamamını da ortaya koyabilir ve bir şekilde bunu beyaz ekrana aktarabilir. Ben bunu çok yanlış bulmuyorum. İçerisinde çok temel tarih hatalar, fahiş hatalar olabiliyor maalesef. Ne kadar konsept danışmanı, tarih danışmanı gibi isimlerden yardım da alsalar uzman gözüyle baktığımız zaman birçok yanlışı tespit edebiliyoruz. Mesela, Kanuni’ye masa üzerinde yemek yedirmekten tutun da işte metal çatal-kaşık-bıçak kullanmasına varıncaya kadar aslında çok şey vardır. Ama bu hatalar sadece sinema ve televizyonda yok, yazılı kaynaklarda buna benzer hataları görebiliyorsunuz. Romanlarda da var böyle hatalar, Mevlana’ya çay içirmek gibi. Çay bizim için çok geç bir tüketim aracıdır. Türkler kahve içer 16. Yüzyıldan itibaren. Çay 20. Yüzyılda yaygın olarak tanıştığımız bir şeydir halbuki.

Beslenme açısından baktığınızda Türk tarihine, bugün fasulye ve patates, çay gibi tüketim malzemelerinin aslında çok geç Türk kültürünün bir parçası olduğunu görürsünüz. Daha önceki zamanlarda hayatımızda olmadıklarını görürsünüz. Mesela, Fatih Sultan Mehmet, domates yemeden göçüp gitmiştir. Çünkü Amerika kıtası keşfedildikten sonra bu yiyecekler hayatımıza girdi. Bir kısmının kısmen Çin’de de olduğu söylenir ve bu yiyeceklerin çoğu o dönemde hayatımızda yoktur. Dolayısıyla birçok hata, ufak tefek hatalar olabilir ve bunlar tölare edilebilir.

Kanuni’nin arkasında gördüğünüz haritada keşfedilmemiş toprak parçaları vardır. Bunlar belki çok ufak detaylar, belki de fark edilmesi çok zor hatalar. Sektörün tarihi dizi konusundaki birikimi arttıkça bu hatalar da belki kendi içinde çözülecek şeyler de olabilir. Ama ben toplamda bir tarihçi gözüyle baktığımda bu projelerin ilgi uyandırdığını görüyorum ve bu da sevindirici bir şey.

Ertuğrul Gazi’den Kanuni’ye Osmanlı

Ayşegül Aldemir: Tarihi kitaplardan araştırmaya yerinen ve bu nedenle de tarihi dizilerden öğrenmekle yetinen bir grup da var. Bu bilgi onlara yetiyor ve ötesiyle çok ilgilenmiyorlar. Bu bakış açısını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Serkan Yazıcı: Eğer buna girerse insanlar, işte o tarihi hatayı izleyici yapmış olur. Diziden tarih öğrenmeye kalkmak, çok stratejik bir hata olur. Evet, tabi ki bir dizi, bir film size fikir verebilir. Ben de mesela az bildiğim İngiltere tarihi gibi konuları Tudors Ailesinin hikayesini izlerken birçok şeyi öğrenmiştim, oradan da o ilgimle üzerine birçok şey okudum. Dolayısıyla insanlar da böyle bir yöntemi takip edebilirler. Bu durum, insanları tarih konusunda biraz daha okuma ve araştırmaya sevk edebilir belki de. Herkes bunu yapmaz ama birilerinin okuması bir kazançtır diye düşünüyorum.

Biz kitaplar yazıyoruz. Bu kitaplar 1000 tane basılıyor. Bu çok dar bir okuyucu kitlesi. 1000 tane basılan bir kitabı kaç kişi okuyor olabilir ki? Oysa biraz popülerleşse, akademi kitapları da takip edilebilir hale gelecek. İnsanlar, belki de bu dizilerdeki hataları görüp daha derli toplu çalışmaları okuyacaklar. Tüm bunların bir fayda yaratacağına inanıyorum. Ciddi işler yapıldığı sürece.

Ayşegül Aldemir: Tarihi dizi veya filmler, tarih öğretimine bir katkı ya da zarar teşkil edebilir mi?

Serkan Yazıcı: Tarih öğretiminde bizim çok zorlandığımız bir konu vardır. Tarihteki kişiler, olaylar çoğunlukla imgelerden yoksundur. Yakın Çağ tarihi anlatırken, nispeten daha az zorlanıyoruz ama Osmanlı klasik dönemleri, kuruluş dönemlerini anlatırken mesela çocukların zihninde yaşanan olaylarla ilgili imgeler yaratmakta çok zorlanıyoruz. Bu diziler, çocukların zihninde bazı imgeler yaratıyor.

Ayşegül Aldemir: Evet. Kanuni denildiğinde aklımıza artık Halit Ergenç’in gelmesi gibi.

Serkan Yazıcı: Evet. Aslında bu durum bir yönüyle iyi, bir yönüyle kötü. Eğer iyi yapılırsa imgelem, bundan çok güzel sonuçlar da çıkabilir. Kötü olursa da, zihinlere kötü imajlar yerleşmiş olur. Birçok yönüyle biz, bundan bir fayda doğacağını, sadır olacağını düşünüyorum.

Bizim akademik kitlenin, yani akademik metinleri kaleme alan insanların bu işler içinde olarak bir kere bir barışıp bütünleşmeleri lazım. Bu bir yönüyle bunu sağlıyor. Akademisyenler, popüler işler yapmayı bir zul olarak gördüler hep. Akademisyenliğin ahlakına çok uygun bir şey olmadığını düşündüler yıllarca. Oysa bunu yapmalıyız. Bu bizim görevlerimizden biri aslında. Sadece okuldaki insanı bilinçlendirmek yeterli değil. Bütün genel kitleyi bilinçlendirmekle ilgili bir sorumluluğumuz var. Biz bunu yapmadığımız zaman, özür dileyerek isim vereceğim, Mustafa Armağan, Kadir Mısıroğlu gibi tarih meselelerine çok politik saiklerle bakan, tarih metinlerini de kendi inanç ve siyasal dünyalarıyla yorumlayan ve içini yanlışlarla dolduran kişilere insanlar yüzlerini çevirmeye başlıyorlar. O zaman da popüler tarih alanı ehliyetsiz insanlara kalıyor. İçlerinde çok değerli çalışmalar ortaya koyanlar var. Ancak bazıları da sadece bir hobi ve heyecan olarak baktıkları bu metinlerle toplamda tarih bilgisine zarar veriyorlar. O nedenle tarihçinin popüler işler yapması çok önemli bir şey. Akademisyenler, buna biraz zaman ayırmalı ve yaptıkları akademik işleri belki biraz daha sadeleştirerek, biraz daha güncel bir dille, insanları buluşturacak formlar oluşturmalıdır. Bu anlamda dizilerle hareketlenen tarih ilgisi, tarih bilincinin oluşmasına yardımcı da olabilir.

Ertuğrul Gazi’den Kanuni’ye Osmanlı

Ayşegül Aldemir: Dizilerde işlenen temalar daha ziyade popüler kültür temaları olabilir mi bu anlamda?

Serkan Yazıcı: Televizyon ve sinema dediğimiz sektörün kendi içinde iç dinamikleri var. Televizyon reytinginin nasıl yükseltileceğinin de belli pratikleri var. Kavga, gürültü, şiddet, sesin yükselmesi, özellikle kadın kavgaları bunlar reytingleri çok yükselten unsurlar. Dizilerde de, bu öğeler daha fazla yer etmeye başladı. Bu yok muydu? Evet, tarihte kadın da var. Kadın kavgaları da var. İnsanlar, tarihi dizilerde bunların fazlaca yer tutmasından rahatsızlık duyuyorlar. TRT’de yayınlanan Diriliş Ertuğrul dizisinin yapımcısı bizim eski öğrencimiz, Mehmet Bozdağ. Çok da kabiliyetli bir genç arkadaşımız. Bakın mesela bir tarihçi: Kendisine yepyeni bir alan buldu, yarattı ve pek çok meslektaşına da hem öncülük ediyor hem de yeni yollar, yeni kapılar açıyor. Şu an da çok izleyici kitlesi olan bir dizi. Ben çok takip edemiyorum televizyonu ama ilk bölümlerini izledim öğrencimizin dizisi olduğu için. Diziyi tavsiye de ettik öğrencilerimize, arkadaşlarımıza. Orada da çok fazla gelen eleştiri kadın kavgalarının çok olması gösteriliyor. Mehmet’e sorsak, Mehmet meseleyi reytingle açıklardı. Dolayısıyla televizyonculuğun iç dinamikleri var ve bu iç dinamiklerden siz tarih bilgisini ne kadar süzebilirseniz insanlara o kadar yansımış olacak.

Ayşegül Aldemir: Tarihi diziler neden genelde sarayın dışına çok fazla taşamıyor?

Serkan Yazıcı: Kanuni ile ilgili olan o dizide, Kanuni’nin seferlerle geçen bir hayatı var. Tabi biz dizide bunu göremedik değil mi? Diziye yönelik gelen genel eleştiri de bu yönde oldu. Ama savaş sahnesi çekmek inanılmaz bir maliyettir. Bunu gerçek insanlarla yaparsanız muazzam bir figürasyon ve plato maliyeti demek. Animasyonla yaparsanız saniyesi 10.000 Dolar gibi bir durum ki onu bile tamamen insansız yapamazsınız. Dolayısıyla muazzam maliyetler demek. Bir kere yaptığınız için onu kurtarması lazım. Bu maliyetler olmadığı için, bizde hikayeler genelde sarayda geçiyor maalesef.

Ertuğrul Gazi’den Kanuni’ye Osmanlı

Ayşegül Aldemir: Dizilerdeki hikayeler, sarayda özellikle harem alanında geçiyor. Dizilerde anlatılan öyle bir harem hayatı var mıydı?

Serkan Yazıcı: Sarayda, dizilerde anlatıldığı gibi bir harem hayatı var mıydı, yok muydu? Haremle ilgili açık bir şekilde hiçbir şey bilmiyoruz. Harem, içeri girilmesi yasak olan kısmı sarayın ve aynı zamanda sarayın özel hayatının geçtiği kısım. Saraya giren çıkan yiyeceklerle ilgili bazı muhasebe kayıtları, haremle ilgili yapılan atamalar gibi birkaç iktisadi-idari bilgi dışında haremin iç hayatıyla ilgili bildiklerimiz çok sınırlı. Haremin doğasına uygun bir şekilde haremin içini bilmiyoruz. Özellikle 18. Yüzyılın sonlarında Batı’da başlayan bir harem egzotizmi var. İçi bilinmeyen bu kurumla ilgili Osmanlı’ya gelen seyyahlar, biraz duyduklarından, biraz hayal dünyalarından yazdıkları, çizdikleri inanılmaz bir “harem miti” yarattı. İçeride, bir erkek için çok eğlenceli gözüken bir hayat olduğu; genel olarak da uçsuz bucaksız bir zevk-i sefa aleminin yaşandığı bir yer gibi anlatılıyor. Ama aslında oralar padişahların aile hayatının geçtiği yerler. Padişahın çocukları da orada, annesi de, eşleri de orada.

Ayşegül Aldemir:Peki harem denilen alana dizilerde çat kapı devlet görevlileri, vezir, sadrazam veya başkaca kişiler girebiliyor. Böyle bir şey mümkün müydü Osmanlı hareminde?

Serkan Yazıcı: Mümkün değil. Haremde görev alan kişiler ve yerleri bellidir. Mesela harem ağası gibi. Ancak görevli olan bu kişiler hareme girip çıkabilir. Hatta haremdeki kadınların, devlet adamlarıyla görüşmeleri de o kadar sık görülen bir durum değildir.

Ertuğrul Gazi’den Kanuni’ye Osmanlı

Ayşegül Aldemir: Dizilerde saray kadınlarının giydiği kıyafetler ile o dönemin kıyafetleri arasında uygunluk ne düzeyde?

Serkan Yazıcı: Topkapı Sarayında, saray kadınlarının giydiği kıyafetler sergileniyor. Görünen o ki, saray kadınları dışarıya çıkarken peçe kullanıyorlardı. Ancak harem içinde saray kadınlarının kıyafet konusunda daha esnek davrandığını söyleyebiliriz. Yine de, dizi de Hürrem Sultan’ın dekolte elbisesiyle Pargalı’yla konuşması gibi bir durum söz konusu değildir. Genel hatlarıyla kıyafetlerin o dönemde renkli olduğunu söylemek mümkün.

Ayşegül Aldemir: Tarihi olayları konuşurken, “Tarihteki her kişi ve olay kendi zamanı ve kendi bağlamı içinde ele alınmalıdır.” şeklinde bir kanıdan da bahsetmemiz gerekiyor. Kanuni Sultan Süleyman’a yine dönecek olursak, Muhteşem Yüzyıl dizisinde Kanuni, seferlere çıkmayan, hatta haremden dışarı çıkmayan, bir nevi Hürrem tarafından yönetilen, üstüne bir de gelecek için üstün yeteneklerle donatılmış şehzadesi Mustafa’yı öldürten bir padişah olarak da yansıtıldı. Bugünden veya geçmişten yani Kanuni’nin kendi zamanından baktığımızda da gördüğümüz Kanuni bize anlatılan kadar mıydı?

Serkan Yazıcı: Dediğin gibi, her tarihi vak’a kendi devrinin koşullarında anlamlı hale geliyor. Osmanlı’nın iç dinamikleri de ona bazı özelikler kattı. Binlerce yıllık Türk geleneğinde de aslında vardı ve pik noktası Osmanlı oldu. Türk devletleri genellikle şu sorunu yaşadılar. Bir sultan döneminde inanılmaz bir fetih hareketi gerçekleştirip, akıl almayacak genişlikte coğrafyaları kontrol altına aldılar. Fakat birincisi, bu coğrafyaları teşkilatlandırıp, üretim yapan merkezler haline getiremediler. İkincisi de, sürdürülebilir siyaset mekanizmaları haline getiremediler. O padişah öldükten sonra o dinamizm, o heyecan, o kudret birdenbire parçalanarak azalmaya başladı. Bunun sebebi de eski Türk devlet töresi. Devletin kardeşler arasında bölüşülmesi meselesinden kaynaklanıyordu. Muazzam büyüklüğe ulaşmış devletler, babanın ölümüyle önce ikiye üçe, sonra daha fazla parçaya bölününce çevrelerindeki düşmanlar için kolay lokmalar oldular ve yok oldular hepsi. Şimdi biz durup Cumhurbaşkanlığı forsumuzdaki 16 tane ama aslında toplamda 200 tane Türk devleti sayabiliyoruz. Bu hem güzel bir şey tabi, tarihsel anlamda bu kadar devlet ortaya koymak bir teşkilat becerisini gösterir. Yıkılıp yerine yenisini yapabilmek bir beceri. Ama diğer taraftan baktığınızda 200 tane devleti ayakta tutamadığımız gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Demek burada ters giden bir şeyler vardı ve bu ters giden şeyler Osmanlı için bir bilgi birikimi haline geldi. Osmanlı sultanları bunu, Fatih Kanunnamesi ile kardeş katlini yasal olarak meşru saydı. Devletin, kardeşler arasında paylaşılmasını engellemek ve devletin tek bir meşru varisi ve de geleceği olmasını garanti altına almaya çalışan bir siyaset mekanizması geliştirdiler. Bu sayede Osmanlı, uzunca bir süre varlığını korudu. Fatih, II. Bayezid, Yavuz, Kanuni devirleri açısından baktığımızda müthiş bir zenginleşme ve genişleme görüyoruz. Bu genişleme, sağlıklı bir büyüme mekanizması gerektiriyordu. Kanuni bu yönüyle de örnek bir devirdir.

Kanuni dönemi, devletin kanunlaştırma faaliyetlerinin de yoğunlukla yapıldığı bir dönemdir. Kanuni’nin, adaletli ve kanun yapıcı olması özellikleri sebebiyle de “Kanuni” ismini almış bir Osmanlı padişahıdır. Mustafa’nın ölümü tabi çok trajik. Anlatım şekli de trajik, büyük olasılıkla gerçekliği de öyle ve tüm tarih anlatılarına göre de ışıl ışıl bir Osmanlı padişahı adayı gibi gözüküyor. Orada bir iç siyaset mekanizması var. Bu iç siyaset mekanizması içinde sizin sadece bahadır bir asker, cesur bir adam, kabiliyetli bir savaşçı olmanız artık yeterli değil. Şehzadelik süreci, sarayın içinde ve çevresinde hatta uluslar arası dengeleri iyi takip etmeniz ve yönetmeniz gereken bir süreç. Tüm bunları yaparsanız ancak o zaman padişah olabiliyorsunuz.

Ertuğrul Gazi’den Kanuni’ye Osmanlı

Ayşegül Aldemir: Şehzade Mustafa’nın yaptığı hata neydi?

Serkan Yazıcı: Mustafa, sarayın iç çekişmeleri arasında kayboluyor. Hürrem Sultan ile aralarındaki çekişme ve diğer devlet adamlarıyla aralarındaki çekişmeler. Mazeret olarak öne sürülen Mustafa’nın uluslar arası yazışmalarıydı. Mustafa’nın bu yazışmalarının, onun sonunu getirdiği söylenir. Ama çok gerçek gözükmüyor. Ölümü trajik bir haksızlık sonucu olmuştur izlenimi var bütün tarih kaynaklarında. Üzgünüz Mustafa için. Ama bazen devletin bekası ve ayakta kalabilmesi için, padişahın kendi çocuğunu veya kardeşlerini öldürmesi geleneği, bu bir gerekliliktir. Tabi bu durumun insani tarafı sadece bizi mi rahatsız etti? Hayır. Osmanlı’yı da rahatsız etti ve sonunda Osmanlı’da yeni bir sisteme geçti: ekber ve erşed. Yani aklı başında olan ve en yaşlı olan üyenin Osmanlı tahtına çıkmasını kabul eden, salık veren bir sisteme geçti.

Ayşegül Aldemir: Kafes sistemi Osmanlı için ne anlam ifade ediyordu?

Serkan Yazıcı: Kafes sistemi, ekber ve erşed sisteminin sonrasında ortaya çıkan bir işleyişti. Tahta çıkan kişi, sırasını bekleyenlerin gözetim altında tutulmasını istedi. Çünkü her an başına bir iş gelebilir, onun yerine kardeşi ya da oğlu tahta geçebilirdi. Dolayısıyla bu sistemin yarattığı bir hastalık da kafes sistemi oldu. Uzun yıllar gözetim altında, ölüm korkusuyla yaşayan saray mensupları ortaya çıktı. Tamamen izole bir ortamda bütün psikolojileri harap olmuş, miskinleşmiş bir profil doğdu maalesef. Eskiden sancaklarda valilik yapan, savaş tecrübesi edinen, yönetim tecrübesi edinen padişah portrelerinin yerini; sarayda gününü geçirmeye çalışan ve tabi daha kırılgan bir psikoloji ve bedene sahip insan tipi Osmanlı tahtına oturmaya başladı. Bu zaten bütün Osmanlı’nın dinamizmine yansımış bir durumdur. Bu sistem değişikliği, bir anda savaşı ve savaşmayı bilmeyen, ordularını komuta edemeyen, ordularına strateji ve heyecan veremeyen bir Osmanlı Sultanı profili ortaya çıkardı. Bu durum önce duraklama, sonra gerileme ve çöküş dediğimiz evreleri beraberinde getirdi.

Ayşegül Aldemir: Osmanlı hükümdarlarının genellikle fethedilen topraklardan getirilen yabancı cariyeler ile evlendiklerini görüyoruz. Neden?

Serkan Yazıcı: Saraydaki kadınlar konusundaki tercihlerde neden Türkler değil de yabancılar tercih ediliyor? Türk hatunlar da var saraylarda ama genellikle Kafkas ve Karadeniz’in kuzeyinden ve biraz da Avrupa’dan gelen kadınları görüyoruz. Fethedilen topraklardan getirilen köle cariyeler güzellikleri ve biraz da zeka ve eğitimleriyle önplana çıkanlar bir süzgeçten geçerek saraya kadar uzanabiliyorlar. Zaman içerisinde sarayda lobiler oluştuğu ve bu lobilerin hareme alınacak kadınların seçiminde etkili olduğu söylenir. Özellikle Kafkas kadınlar çoğunluktadır ve kendi köklerinden gelen kadınları hareme yerleştirme konusunda yönlendirici oldukları gözlemlenir.
Avrupa’daki evlilik mekanizması, soyluların kendi içlerinde evlenmesi ile kendini ortaya koyar. Bu yapılanmayı Osmanlı’nın ilk dönemlerinde görürüz. Osmanlı ilk dönemlerinde, Anadolu’nun soylu aileleri ile evlilik aktini ortaya koymuşlardır. Ancak Osmanlı zamanla bu durumun mahsurlarını da gördü. Avrupa’da kraliyet içindeki soylu aileler birbirleriyle evlenerek bir ittifaklar sistemi kurmuşlardır. Osmanlı’nın böyle bir ittifak kurabileceği bir yapı yok. Birincisi Osmanlı dini nedenlerle gayrimüslimlerle ittifak kuramaz. Ki Osmanlı 19. Yüzyıla kadar, Hıristiyan toplumlarla müttefik olmamak adına bu duruma direnir ve evlilik yoluyla da böyle bir ittifakı seçemez. Soylu ailelerle de böyle bir ittifaka yönelemez. Çünkü bu durum da, devlet içerisinde bazı ailelerin güçlenmesi tehdidini ortaya koyar. Tüm bunlar Osmanlı’yı biraz daha köleleştirilmiş kadınlara yönlendirdi diyebiliriz.

Sakarya Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Serkan Yazıcı

Ayşegül Aldemir: Tarih bilincinin oluşmasında ve tarihi olayları daha doğru analiz etmek adına gençlere hangi tarih kitaplarını okumayı tavsiye edersiniz?

Serkan Yazıcı: Tarih bölümü öğrencilerime nasıl kaynaklar tercih edelim diye sorduklarında, onlara akademisyenleri tercih etmelerini söylüyorum. Tarih bilgisini sadece akademisyenlerle sınırlandırmak da bu işe emek veren birçok kişiye de haksızlık olur. İsmail Hami Danişmend, Reşat Ekrem Koçu bu işe ömürlerini adamış çok değerli tarihçi insanlar da var. İnsanlar hap gibi tarih bilgisi istiyorlar. Kolay ve bütün tarih bilgisini edinebilecekleri bir şeye sahip olmak istiyorlar. Bu çok kolay bir şey değil. Dolayısıyla insanlar okudukları türler içerisine tarih kitaplarını da serpiştirebilirler. Yakın zamanda çok büyük bir değeri kaybettik: Halil İnalcık Hocamız. Osmanlı tarihi meraklıları Halil Hocanın çalışmalarını okuyabilirler. Yakın Çağ tarihi sevenler İlber Ortaylı Hoca gibi isimleri okuyabilirler. Bunlar tabi en popüler olanlar. Bunun dışında yeni kuşak Feridun Emecen, Azmi Özcan, Mehmet İşpirli, Zafer Toprak, Ethem Erdem, Selim Deringil gibi kişilerin çok değerli kitapları var. Günümüzde hatıratlar da çok ilgi çekiyor. Sultan II. Abdülhamit’in bir tek hatıratı yoktur. II. Abdülhamit ile ilgili piyasada bulunan hatıratlar kendisine ait değildir.

Ayşegül Aldemir: Bir akademisyen olarak gençlere neler önerirsiniz? Mesajınız nedir?

Serkan Yazıcı: Ben insanların bireysel özgürlük alanlarını çok önemsiyorum. Yaşadığımız döneme de bakacak olursak, aslında gençlerin özellikle kendi karakterlerini inşa etmek konusunda, cemaatler gibi bazı yapılanmalar tarafından yönlendirildiği zaman ne kadar acı sonuçlara varabileceğini gösteriyor. Türkiye’yi böyle görmekten çok derin bir üzüntü duyuyorum. Fikri hür, vicdanı hür nesiller yetişmesini diliyorum. Gençlerin, bilginin değerli ve anlamlı bir şey olduğunu bilmeleri ve onları asıl kurtaracak olanın bilginin kendisi olduğunu bilmeleri çok önemli. Eğer onları kurtaracak şeyin kolayca kimliklerini ifade edebildikleri cemaatler, siyasi gruplar olduğunu düşünürlerse işte bugünlerde yaşanan süreçte olduğu gibi hayatları felakete sürüklenebilir. Ama kendilerine inanırlarsa ve geleceklerini kendileri inşa ederlerse, şahsiyetlerini kendileri inşa ederlerse o zaman onları daha ışıl ışıl, daha berrak yarınlar bekliyor diye düşünüyorum. O nedenle bol bol okusunlar ve kendilerini yetiştirsinler, mutlu olsunlar, yaşama keyifle baksınlar.

Ayşegül Aldemir: Çok teşekkür ederim.

Serkan Yazıcı: Ben teşekkür ederim.

Röportaj: Ayşegül Aldemir

Yorumlar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir