Aslında Yarınsızdır İnsan!

Aslında Yarınsızdır İnsan!

Ayşegül-Aldemir-Yazıları

‘‘ Geldi , geçti ömrüm benim

   Şol yel esip geçmiş gibi

   Hele bana şöyle geldi

   Şol göz yumup açmış gibi … ’’

Yunus Emre’yle başladık söze … Can ki konuktur bu haneye dercesine , ölümü anlatır bu şiiriyle Yunus Emre . Bu şiiri yazdıktan bir süre sonra da , mütavazi dergahında sonsuzluğa iştirak eder , sade ve sessiz bir şekilde …

Bir gün sonsuzluğun kapısından gireceğiz her birimiz , bir daha dönmemecesine … Ve her insan , hayatında bir sabaha muhakkak geç kalacak … Her insan bir gün , bir sabaha uyanmayacak … Bize , ertesi sabah uyanmamız gerektiğini dikte eden birçok şey var ; ziyaret edilmesi gereken bir insan , ödenecek faturalar , tamamlanmayı bekleyen onca iş , bitmeyen koşuşturmacalar , vs.vs.vs … Yani bugüne ve dünyaya ait ne varsa ! Sanki dünyanın bakiliğine ahdetmişizcesine ! Oysa uyanılacak bir sabahın, yürünülecek bir yarının garantisi yoktur . Dünyanın hoyratlığı , hırçınlığı bir elimizden çekiştirirken , dingin hayallerimizin sığınağına tutunuruz diğer elimizle … Maneviyatın sonsuz huzuruna erişebilmektir o sığınaktaki gaye …

Aslında yarınsızdır insan … Katre katre damıtırken ellerinde hayatı , bir misk kokusu kalır geriye sadece , o koskoca yaşamdan … İç sıkıntısı ve bu dünya ile ahiret arasındaki arafta bir yerlerde , huzura giden yol meşakkatlidir . Fedakarlık , bir çiçek demeti gibidir ya hani , sunduğunda bazen koca bir buket olur ; bazense o buket dağılır , paramparça olur … Bu dünyaya dair her şey kaybedilmiş bir zaferdir aslında !

Seyyah bir yağmurun altında sırılsıklam olsa da insan, gökkuşağını bekler hep , bir gözü bulutlarda … Kar yağar geçer , yağmurlarla ıslanan topraklar kurur , sabahın kırağı vurduğu çiçekler güneşle açar ve bu devirdaim insanı bu dünyanın sadık bir kölesi yapar … İşte bundan sonrası , giriş kısmında kalmış bir hikayenin , sonuçlanmış paragrafı gibi görünür insana … Ait olmadığımız bir hayata, ait olmadığımız bir dünyaya , sahip olduğumuz aldanışı ! Asıl yurdun özlemiyle, kökü başka bir dünyada iken, sırf çiçeği bu dünyada açar göründüğü için yazgısını başkalarına, faniliğe emanet eden, ahiretini kurban eden suretler… Aldanmış, aldatılmış, kanmış, kandırmış, unutmuş, unutulmuş faniler… Günahı kolay, sevabı zor eden insanlar…

Şerre yaklaştıkça, hayra uzaklaşır insan . Hayat , nefesi tükenmeyecek bir soluk zannedilir. Hayat bir emanettir ve bir gün , bir yerlerde , bir şekilde yarına uyanamaz insan … Yeni bir gün diye kalkılan o sabahlar , bir gün son sabah olur . İlk sabahını hatırlamaz ya insan han , son sabahı da gayba vurgundur…

Toprak yalnızca bedenleri örter , ruhlarsa takva ile örtülür … Mahşeri hatırladıkça bir pişmanlık sarar insanı , diller kekeme , sözler eksik … Yaşama küsen , ölüme gülen bir gizli sevinç peydah olur . Ve bir korku , bir şüphenin sardığı ruhumuzun yakarışları duyulur, daha fazlasını yapabilir miydik senin için ey Rabb ! Ölüm korkutmaz . Ölüm ki , doğum kadar aşinadır. Korkutan bu dünyanın hesabıdır …

Dost meclislerimizde kimi zaman ölümü konu eder , ölümü konuk ederiz sohbetlerimize . Ayet-i kerimelerde de belirtildiği üzere ‘‘ Ölüm , mü’minin kurtuluşudur . ’’ Ahireti bilen ve özleyen bir insan için ölüm korkulacak bir şey değil , bilakis bu dünyada varabileceğimiz son mertebedir … Ölümden korkmamak gerektiğini anlattığımda , insanlar ölüme sempati duyduğumu düşünüyorlar , ölümü bu denli sıradan karşılamayı , normalleştirmeyi tuhaf buluyorlar . Ölüm konusu açıldığında bile bastırma mekanizmasını devreye sokarak, konuyu fark ettirmeden kapamaya çalışan, ahiret ve ölüme dair kelimeleri cümle içinde bile kullanmaktan kaçınan ve karşısında ölüm hakkında bu denli sakin ve dingin konuşan bir insan gördüklerinde , o sakinliğin tam aksi bir şekilde dehşete düşen insanlara o kadar çok rastlıyorum ki! Oysaki, Azrail’in bir melek olduğunu onlar da biliyor olmalılar!

Ölüm kabullenilmesi zor bir gerçeklik muhakkak , hepimiz en az bir kez yaşadık … Ateşin düştüğü yerler muhakkak ki yangın yeri ! Ancak bu korkuyu aşabilmek için , insanın öncelikle kendi ölümüyle yüzleşmesi gerekiyor . Omuzlar üzerinde , bir ahşap taht içinde , geldiğimiz yere döndüğümüzü , tasavvur etmemiz gerekiyor… Bir dünya gününde uyanamadığımız o ‘‘ yarın ’’ ın , sonsuz bir hayatın da ilk günü olduğunu ruhumuza telaffuz etmemiz gerekiyor…

Demem o ki , sadece ölüm konusunda değil , ruhumuza zor gelen , dar gelen her şeyi normalleştirmek insana iyi geliyor , şifa oluyor ! Değil mi ki tevekküldür başımızın yastığı , o halde ölüm de başımızın tacıdır ! Baharın eli kulağındayken , cemreler üzerimize düşerken , niyetim baharı kasvete bürümek değil elbette , lakin tatile bile giderken onca hazırlık yapan biz insanlar için , ebedi ikamete giden yolculuğumuzda çok daha hassas olmamız , eksiklerimizi tamamlayıp , bavulumuza maneviyatımızı yerleştirmemiz çok daha takdire şayandır … Üstad Necip Fazıl bir mısrasında ne güzel söyler : ‘‘Sayılı nimetleri, bal olsa yemem!’’

Yunus Emre’yle başladık , Yunus Emre’yle bitirelim …

‘‘ Ma’na eri bu yolda

   Melul olası değil

   Ma’na duyan gönüller

   Asla ölesi değil

   Ten fanidir can ölmez

   Gidenler gine gelmez

   Ölür ise ten ölür

   Canlar ölesi değil … ’’

Ölüm değil de , yaşamak daha çok korkutuyor sanki … Hatalarımız var , eksiklerimiz ve kusurlarımız … Yaradan’a olan sorumluluğumuz var ve de yarattıklarına olan sorumluluklarımız … Her ölüm için erken denilir halbuki erken ya da geç , hangi ölüm kolaydır ki … Uzun lafın kısası kulluğumuzu unutmadan , bu dünyaya aldanmadan , asıl yurdu bu dünyada heba etmeden , ölümü de düğün gibi şen ve tebessümle karşılayacak kuvvete sahip olarak , Hakk’ın rızasına erişmek ümidiyle …

Selam ve dua ile …

Yorumlar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir